1 Aralık 2008 Pazartesi

Bu Son Olsun, Bu Son


         Dün nasıldı? Dün gerçekten ‘Hatırla Sevgili’de izlediğimiz kadar naif, Barış Manço şarkılarındaki kadar içten, Cem Karaca’nın sesi gibi duygulu, İsmail Cem kadar beyefendi miydi? Dünde kalanlar, dünde bırakılanlar, hep beraber özlenip de bir türlü geri döndürülemeyen neydi? Bugünü yaşayıp da, halinden bir türlü memnun olamayan umutsuzların, umut var etme çabası mıdır düne özlem?
      Evvelsi akşam Okan Bayülgen’in ‘Sade Vatandaş’ında ekonomiye senden benden epeyle fazla kafa patlatmış 3 kişiden biri şöyle bir şeyler dedi; ’ Söz konusu ekonomik krizin önüne geçecek bilgi birikimine sahip olmak ayrı şey, bu bilgi birikimini uygulayacak siyasal iradenin ortaya konulabilmesi ayrı şey’. Bunu duyan sade vatandaş işin içinden çıkabildi mi peki? Söylenmedi mi kendi kendine? Nedir yahu alınıp verilemeyen, yapılıp edilemeyen diye hırslanmadı mı siyasal iktidarlara? Ya da işler buraya varmadan epey bir önce, yaptığı eylemlerin esbab-ı mucibesi zeka katsayısı ile de açıklanabilecek, uzak diyarlardan dünyayı yönetmelere pek meraklının, gerekçeleri pek de inandırıcı olmaksızın askerlerini komşu topraklara yolladığı zaman da, birileri sokaklara dökülüp de ‘ Hayır’ diye bağırmamışlar mıydı?
      Bütün bu eylem ve düşüncelerin ya da bunları ortaya koyan kalabalığın biraraya gelişinin altında, en tabanda iyi niyet yatıyor desem, bana katılmaz mıydınız? İyi niyet denince aklıma ahlaki eylemin değerlendirilmesinde, niyeti en yüksek mertebeye yerleştiren merhum zat ve onun tüm ahlak sisteminin temelini oluşturan ‘ Evrenselleştirilebilirlik İlkesi’ geliyor. Burada ne zatın kendinden, ne de ilkeden bahsedecek değilim. Meraklı dileyenler isterlerse ( İngilizce sözlüklerine girmiş bir fiil olduğundan reklam sayılacağını zannetmeyerekten ) konuyu gugıllayabilirler - Türkçe yazıldığı gibi okunan mı yoksa okunduğu gibi yazılan bir dil midirdi- ) Ama en basitinden sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapmayla açıklanabilir bu ilke. 
       Kendi kendime düşünmeden edemiyorum. Dürüst müyüz kendimize karşı? ‘Savaşa hayır’ diye bağırmaların ardında G.W.B.’a hırslanırken ? Siyasal otoriteler sistemin çarklarını kendi keselerini dolduracak şekilde çevirdiğinde onlara söverken? Oysa her birey kendi gücü yettiğince bir diğerinin alanına tecavüz etmiyor mu? Öğrencilerle komşu olma şansına nail olmuş efendi insanlar, gece yarılarına kadar uykularından kalıp, gençlerin meşreplerince müzik dinlemek zorunda kalmıyor mu? Ya da despot ev sahipleri sosyal ilişkilere müdahale etmiyor mu? Hayatınızda hiç arkadaşının sevgilisini ayartmak yoluyla kalp kıran biriyle karşılaşmadınız mı? Fırsatını buldu muydu, gücünün yettiğince can acıtan, kalp kıran, sinir bozan kimsecikler yok muydu peki alanlarda, kafelerde, televizyon karşısında G.W.B.’a öfke püskürenler arasında? Kitleleri aç, açıkta bırakmamış olmanın iç huzuru ile kendilerini her aynaya bakışlarında haklı çıkarmıyorlar mı, her gün tekrar tekrar? Bana bütün bunları düşündürten tahminen yirmi küsür yıl önce Hacettepe Üniversitesi’nden mezun olmuş bir annenin sözleriydi. Anlaşılan gündelik hayatın koşuşturması sırasında yaşananlar, dialoglar onu çok yormuştu. İş hayatı bir yandan, özel hayatı öte yandan hanımefendiden hep bir şeyler istiyor, hep daha fazlasını talep ediyordu. Derken günlerden bir gün, akşam evlerinde 4.5 yaşındaki kızıyla mutfakta otururlarken, kız çocuğu sinir bozucu şeyler yapmaya başladı. Sus denilince susmuyor, yapma denilince durmuyor, annesinin gerilmiş sinirlerini sonuna kadar zorluyordu. En sonunda zılgıt değil, tokat da değil ama kafasına terliğin tekini yedi!!! Küçük kız hüngür sümük ağlarken, terbiye vermenin yolunun bir olduğuna inanan ve hatta gelişim psikologlarının görüşlerine de terane gözüyle bakan anne, istifini hiç bozmamıştı. Küçük kızın babasının kollarına sığınması da, babanın annenin otoritesini zedeleyen bir davranışta bulunmuş olması sebebiyle, oldukça sinir bozucu başka bir gelişmeydi. 
      Anneye sorulacak olduğunda küçük kızın kafasına geçirilen terliğin tekinde büyütülecek bir şey yoktu! Çocuk oldukça şımarık davranışlar sergilemeye başlamış olduğundan, bu eylem problemleri çözecek en kestirme yoldu! Oysa anne her ne hikmetse gündelik hayatındaki problemleri çözmek için bu kestirme yolu, biricik gözdağı ilkesini uygulayamıyordu? İnsan düşünmeden edemiyor, böylesi güzel ve kesin bir çözüm acaba neden başkaca problemler üzerinde uygulanamıyor? 
      Burada bir şiddet propogandası yapmak değil elbette ki niyetim! Sadece bu küçük örnek üzerinden, kişilerin güçlerinin yettiği üzerinde iktidar kurmaya ne kadar meyilli olduklarını düşünmenizi istiyorum. Küçük kız çocuğa kucağını açan babanın, canının istemediği bir eylemi sergileyen annenin kafasına terliği geçirdiği bir senaryonun nasıl sonlanacağını düşünelim? Bu Cumhuriyet kadını, en başta hukuk tarafından korunuyor olmaz mıydı? Soluk mahkemede alınmasa bile anne bu eylem karşısında sadece gözyaşları dökmekle yetinir miydi? Kendi yapmaya hak bulduğu eylem, onun üzerinde uygulansa kıyamet bundan kopmaz mıydı? 
         Kargamecmua’nın bu ayki mevzusunun ‘Son’ olarak belirlenmesinin ardından, aklımızdan ‘Son’a dair bin türlü şey geçti. Ben bazı şeylerin yokluğunun çokça anılır olduğu, düne özlemin ayyuka çıktığı, gidenlerin yerine bir şey konulamamış olmasının korkusu ile bir şeylerin sonuna gelindiğinin düşünüldüğü bugünlerde, bir umut taciri olabilmeyi dilerdim. Her şeylerden çok ona ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum kendi payıma. Çaremizin dünde değil, bugün yaptığımız eylemlerde, aldığımız kararlarda olduğuna inanıyorum. 
         Olmaz ya! Okuyanlara bu yazı, başka birini gücü yettiğince rahatsız ettiği zamanları hatırlatsın. Çok çok güçlülerin, kitlelerin canını acıttığı zamanlarda nasıl öfkelendiğini, üzüldüğünü, umutsuzluğa düştüğünü hatırlatsın!
          Ve bu son olsun, son!

Birgün belki hayattan / Geçmişteki günlerden bir teselli ararsan / Bak o zaman resmime / Gör akan o yaşları Bugün sen çok gençsin yavrum /  Hayat ümit neşe dolu / Mutlu günler vaad ediyor / Sana yıllar ömür boyu / Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni / Doğarken ağladı insan bu son olsun, bu son ( Mehmet Soyarslan – Meriç Başaran)


Bu yazı ilk kez KargaMecmua'nın Aralık 2008 sayısında yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok: