18 Temmuz 2011 Pazartesi

Masa da masaymış, ha!



Yıllarca masalara emek verdim ben. Çocukluğumu, ilk aşkımı, dinlediğim şarkıyı, okuduğum dizeyi, inadımı, gülüşümü, çöküşümü, paramparçalığımı, bütünlüğümü, bir türlü tam olamayışımı, hissimi,cismimi, elimde avucumdakini, gözyaşımı, koskoca kahkahamı, bir ilkbahar sabahına uyanışımı, derin kabuslardan sıyrılamayışımı koydum masalara. Masalarda bana ait olanlar her ne hikmetse hep daha ağır oldu. Daha zekiler vardı, fahişeler vardı, hiç yaşamamış insancıklar vardı, koskocalar, küçücükler, gelenekseller, marjinaller vardı. Yine de o masada bana ait olanlar; bazen şöyle, bazen böyle hep ağır kaçardı.
Belki de bu sebepten ben çok uzun zamandır hep bir masa hayal ettim. Kocaman bir masa, dikdörtgen,upuzun. Ahşap. Masayı koyacak bir bahçenin sermayesini hayal gücüm bile karşılayamıyor, hayalim sekteye uğruyor, o masa dapdaracık apartman dairelerine sığdırılmaya çalışılıyordu. Gerçeğe taşıyacağım o masayı diye; yemekler yaptım. İnsanlar topladım, çıkardım. Neden bilmem, eksikti hep bir şeyler. Hep bir tatminsizlik, hep özlem.. Uzatmaya gerek yok işte! Mutsuzluk.
O masanın hayaliyle bazen mutlu oldum, bazen yok öyle bir masa sana bu dünyada diye kendi kendime kahroldum.
Masadan beklediğim paylaşmaktı işte. Masaya bir şeyler koymaktı. Gülmekti. Muhabbetti. Çoğalmaktı.
Bir de masanın kenarında eğreti durmadan oturmak istedim hep. Dürtüklenmeden, yüceltilmeden, aşağılanmadan, kavga edilmeden… Korkunç, gülünç, sıradan ya da anlaşılmamış olan olmadan.
Ben, şahsen,bizzat kendim olarak.
29 yaşındayım…
Kaç tane nelerim oldu sayamadım…
Şekil 1-a’da bakmakta olduğunuz ‘o’ masadır a dostlar. Bir daha denk gelir mi, yeniden olur mu, bilmiyorum. İnsan bu, istemenin sınırı yok ama ben neyi hangi sınırlarda istediğimi biliyorum.
Aşk nadirdir derler mesela ya hani…
Onun gibi bi şi… Yani bir daha olmazsa, alınmam gücenmem ben artık bu hayata.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Veled-i Zina












Bu veledin ismi ‘Selim’. Kendisi ile İnceboğaz’da karşılaştık. Bir yaşındaymış. Selim Efendi’yi ilk gördüğümüzde çakıl taşları ile oynuyordu. Ama herhangi bir çocuktan çok, ortada fol yok yumurta yokken, kendi kendilerine sanki halisünasyon görmüşcesine takılan oyunbaz kediler gibi oynuyordu çakıl taşları ile. Sonra ayaklanıyor, iki ayağının üzerinde dik duramıyor, kafayı çakıl taşlarına gömüp, kendi kendine söyleniyordu. Fotoğraflarını çekmeye başlamamla, beni fark edişi bir oldu. Pozlar verdi, laf yetiştirdi ama tüm bunları yüzünde koskocaman bir gülümseme ile yaptı.
Selim yıllardır dinlediğim ‘bebekliğim’ konusunda beni aydınlattı.
Babamın ‘veled-i zina’sı ben - sanırım kulağına hoş geliyordu bu tabir, zira ne zinası yahu, kapı gibi evlilik cüzdanları vardı bizimkilerin- hep şöyle anlatıldım kendime; ‘sen ne tatlı, ne güzel, ne beyaz bir bebektin öyle. Nasıl sakin, güleryüzlü. Kendi kendine seni bir banka bıraksak, ertesi gün gelsek aynı yerde bulurduk.Yoktan oyunlar yaratırdın kendine, oynardın saatlerce. ’ Arkasından da babam hep eklerdi ; ‘Sonra nasıl böyle oldun anlamıyorum!’…
Böyle;: konuşkan, kıpır kıpır, yerinde duramayan.
Bana bebekliğimi her anlattıklarında üzülmüşümdür. Ben nasıl sakin, sessiz, kendi halinde bir bebekmişim. Başıma neler gelmiş de, bunca konuşmaya zorunda hissetmişim kendimi, nasıl bir savunma mekanizması oluşturmuşum diye. Kendi kendime dertlenirken günlerden bir gün bi tanesi Cenap Amcam ; ‘olur mu ya’ dedi. ‘Sen kıpır kıpır, gözleri fel fecir okuyan, enerjik bir bebektin’.
Kafam karıştıydı. Anlatılan iki farklı beni kafamda bir türlü örtüştüremezdim.
Selim Efendi evvelsi gün, söz konusu kafa karışıklığını ortadan kaldırdı. Aha, işte böyle kendi halinde, gözleri fel fecir okuyan, kıpır kıpır, güleryüzlü bir şeymişim işte ben yahu dedirtti.
O zaman;
Sen çok yaşa Selim Efendi!!

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Ümmügülsüm'ün hikayesi...


Kaş’a bir kaç kez geldim, her seferinde ebeveyn nezaretinde… Anne, babanın yapmış olduğu programlar dahilinde yapılmıştı geziler. Şimdiden dönüp geçmişe bakınca, annemle babamın boşanmaları, rollerini geleneksel anlamda çok fazla benimsememiş olmaları vesairenin bende yarattığı tahribatın ötesinde, ‘kendileri’ olarak beni büyüten, yetiştiren kişiler olmuş olmalarının ne büyük bir şans olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Otobüsün penceresinden Kaputaş’a bakarken, aklıma gelenler, anılarım, ‘benim’ dediklerim onların seçimleri ve iradelerinden benim hayatıma düşen gölgeler bir yandan. Bu sebeple ülkenin daha önce karış karış gezmiş olduğum yerlerini, tekrardan kendi seçtiğim sokaklardan yürüyerek, kendi ayarladığım teknelere binerek ve kendi canımın istediği insanlarla sohbet ederek deneyimlemek istedim. Başka coğrafyalara gitmeden önce. Kaş, o duraklardan biri. Çocukluk travmaları, siz ‘kendinize ait’ yaşantılar yaratmadıkça peşinizde ne de olsa. İnşallah daha sonra yeni yerlere de gideceğm.
Kendime bir tatil planı yaptığımda, içinde Kekova adası, Üçağız, Demre(Myra), Sıçak (Aperlai) olan bir program oluştu. Meis’e gidecek vizemiz yoktu. İstanbul’dan uçakla değil de, otobüsle gelirken de Afyon’da durup Cumhuriyet sucuklarından yemeyi hayal etmiştim. Öyle de oldu. Kaş’a gelince sevgili arkadaşım Sevinç’in bavulu, hiç aklıma gelmeyecek şekilde taksi arattırdı bize. Taksi arayışı yeni insanllarla karşılaşmamıza sebep oldu.Kaş coğrafi açıdan çok güzel ama daha da güzeli sanırım insanları. Tıpkı Fethiye’de olduğu gibi sokaklarda iki çift sohbet edecek, hikayesini anlatacak birileri var. Ben de zaten dinlemeye meraklı. Güleryüzlüler.
Dün, Kaş’ta herhangi bir genç kadının yapabileceği şeyler yaptım ben. Blanc Du Nil’de %100 Mısır pamuğundan bembeyaz elbiseler denedim, gündelik tekne turları yapan kişilere kendi planımı nasıl gerçekleştirebileceğimi sordum, Kaş’ı Türkiye dışından ziyaret etmiş kişilerle sohbet ettim, bir Likya yolu haritası aldım Feride Hanım’dan - yanında muhabbet ve bir torba dolusu tatlı-ekşi, ısırınca suyu üzerinize fışkıran Gömbe eriği bedavaya geldi- Hotiç’in eski tasarımcılarından Selin Haktanır’ın Kaş’taki Sandal@’inden yumuşacık derili, kırmızı mercanlı bir sandalet aldım, ada çayı içip, tavla attım.
Derken 10 Temmuz 2011’i, herhangi bir genç kadının muhtemelen yaşayabileceği bir Kaş gününden ayıracak kişi yanımıza geldi. Sepetinde Gömbe’nin yaylasından topladığı şifalı otları satan Ümmügülsüm Karakahya yanaştı yanımıza ve şifalı otlarını satmaktan öteye geçip, kendi hikayesini anlattı. Yanımızdan ayrılırken, konuşmaya ihtiyacı vardı herhalde dedik Sevinç’le.
Ümmügülsüm Karakahya Demre’li bir kadın. 2 oğul , bir kız evlat vermiş ona kader. Oğullarından biri askerde, diğeri ortaokul öğrencisi. Kızı; kayıp. 2005 yılında kaybolmuş, bu vakite kadar da kendisinden haber alınamamış. İnternetten Demet’in hikayesini araştırdığınızda, birbirinden farklı hikayeler okumuyorsunuz ancak birbirinden farklı isimlere denk geliyorsunuz. Hikaye ile muhabirler bile pek yakından ilgilenmemiş anlaşılan. 12 yaşında bir kız çocuğunu arayan gözü yaşlı babadan bahsediliyor bir de. Ümmügülsüm eşini kaybettiklerini söyledi; kalp hastasıymış.
Ümmügülsüm her gün Demre’den kalkıp şifalı otlarını satabilmek, eve para götürebilmek için Kaş merkeze geliyor. Otları toplamak için de, cehennem sıcağında Gömbe yaylasında vakit geçiriyor. Bize anlattığı kadarı ile asıl sıkıntısı, ortaokula giden küçük oğlunun, ablasının kaybından sonra azan astım hastalığı için kullanması gereken ilaçları bulmak, satın almak. İhtiyaçları olan 2 ilaç var; ayda 2 kutu ilaç. Biri 60, diğeri 65 Türk lirası. Ancak Ümmügülsüm parası yetişmediği için 7,5 lira olan ilaçlardan alıyormuş. Bu ilaç da oğlunun krizlerini önlemiyormuş.
Ümmügülsüm evinin telefon numarasını bilmiyordu. Şans eseri büyük oğlunun askerlik yaptığı yerde askerliğini yapmakta olan bir tanıdığımız olduğunu fark ettik. Şimdi o yolla, kendisine ulaşmaya çalışacağız. Ona gel otur, az soluklan, bir bardak çayımızı iç,bir şeyler ye dedik. İstemedi. Doymuş kadar oldum dedi. Hayır duaları okudu.
Ümmügülsüm için ilaçlar 60 liralık ve 65 liralık. 7,5 liralık. Adı, içeriği, yan etkisi hikaye. Oyunu CHP’ye vermiş, oğluna Deniz Baykal’ın ismini vermiş.
Şimdi Ümmügülsüm’ün oğluna her ay o 2 kutu ilacı nasıl ulaştırabileceğimizi düşünüyoruz. Kaç tane Ümmügülsüm var? Ümmügülsüm’üm hikayesini Kaş’ta kaç kişi dinledi? Kaç kişi merak edip araştırdı? Kaç kişi onun için endişelendi?
Kaç kişi daha acaba oğlu için, bir Selin Haktanır tasarımı sandalet ya da Blanc Du Nil’den %100 Mısır pamuğu elbise parası edecek ilaçları ona ulaştırmak için çaba sarf edecek?
Siz mesela, ilgilenir misiniz Ümmügülsüm’ün hikayesi ile?

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Nilüfer, Kar Taneleri




Bu şarkılar bana hiç bir zaman bir sevgiliyi, aşığı hatırlatmadı. Galiba hatırlatmayacak da. En büyük terk edilişimi küçük bir çocukken yaşamış olmanın rahatlığı ile hayatıma insan almaktan korkmadım hiç bir zaman. Daha fazla parçalanamazdım. Gelişler, gidişler beni çoğalttı. Sevmeye yeteneğim vardı, resmen işlendi. Neredeyse tüm Kayahan şarkıları - Kayahan’ı Kayahan yapan, Nilüfer’in sesinde isyana dönen - bu sebeple bende çocukluktur. Naifliktir.
Kayahan’ın mıydı ki bu? :)