2 Eylül 2011 Cuma

Muska

Sütü çekilmiş incirler diyarında yaşayan Audrey, çocukluğunu düşündü derin derin. Arşınlanacak yolların faytonla katedildiği, okul alışverişi yapmak için siyah Dodge’ların orta sırasına iliştirilmiş minik koltukla Kadıköy’e sonsuz gibi gelen bir zamanda yapılan seyahatlerin zamanını. Hiç ‘yeni alınmış bayram/okul ayakkabısını giymeden önce başucunda saklayan çocuklar’la arkadaş olmamıştı. Aslında yeni alınmış ayakkabıya bunca sevinç gösterisi yapacak, anlam yükleyecek yoklukta da yaşamamıştı. Suadiye’deki şarküteriden alınan ecnebi sakızlarla okulda hava atardı sınıf arkadaşları, Barbour mont ve Burlington çorapları İstanbul’daki kolejleri istila etmeden önce. Audrey’nin en sevdiği renk ‘mami’, en sevdiği insan ‘baba’, en çok gitmek istediği yer ‘nene’, en çok görmek istediği ‘Müberrası’, en çok dinlediği ‘Zeki Müren’, en heyecanlı bekleyişi ‘yılbaşı gecesi dansözü’, en büyük uğraşı ‘anahtarlık koleksiyonu’ydu. Kuzeni ile A4 kağıtlarına ev yapımı dergiler hazırlar, sekizinci kattan ağırlık yapsın diye üzerine mandal iliştirilen poşetle apartmanın bahçesine bırakılan harçlığı ile dondurma alırdı, kendine, mahalledeki çocuklara. Adı bu sebeple enayiye çıkmıştı. Audrey enayiliğini göğsünde bir zafer nişanı gibi taşırdı. Zaman kontrolsüzce ilerliyor, Audrey ‘anlamadan’ edemiyor, akreple yelkovana bu konuda fena halde bozuluyordu. Yaşadığı şehirle arkadaş oldu önce. Sonra tanımadığı insanlarla. Enayiliğinin şairlere ilham veren bir şey olduğunu öğrendiği gün, nişan oldu muska.