11 Ekim 2011 Salı

Siz hiç “16” yaşınızla karşılaştınız mı?


Bu sabah uykumdan uyanırken oldukça uzun zamandan beri olduğu gibi; kendime ‘Neden’ diye sorarak yatağımdan kalktım. ‘Bugünü dünden ayıracak olan ne? Bugün, geçmişte kalan dünlerden farklı olarak daha anlamlı bir yarın için ne yapabilir?’. Cevap veremedim ama yine uzun zamandır yaptığımı yapıp yüzümü yıkadım, saçımı taradım, giyindim, sokağa çıktım. Ofisin yolunu tuttum.
Kapısını çalıp içeri girdiğim ofisler, günaydınlaştığım insanlar, pencereden baktığımda gördüğüm manzaralar değişiyordu. Saçımın rengi, vücudumun ağırlığı, tırnaklarımın uzunluğu değişiyordu. Başbakanlar, döviz kurları, Beyoğlu, en çok satanlar, köşe yazarları, televizyonda yayınlananlar, iletişim biçimleri, çıkmaz sokaklar değişiyordu. Manşetlerde tüm çıplaklığıyla ölü kadınlar yayınlanıyor, olmaz denenler oluyordu. Şaşkınlığımın sebebi belki de buydu. Gözlerimde heyecan, içimde can, eylemimde azim yoktu. Dünya ayaklanmış insanı sarsıyor, bir yerden alıp öte yana savuruyor, kimsenin tepkisiz kalmasına izin vermiyordu. Ben oldukça uzun zamandan beri durmuş, bekliyordum.
Beklediğimin Beckett’in 1949’da anlattığı şey olduğundan eminim artık. Eylemsizliğine yenilmiş bir ben vardı ve kim olduğunu bilemediğim bir kişiyi, ne olduğunu tasavvur edemediğim bir şeyi bekliyordum. Gelmiyordu bok yiyen.
Günlerden bir gün aval aval baktığım boşlukta bir hareket gördüm. Tuhaftı. Yok yere kapının önüne konan işçiler, ödenemeyen kredi borçları, sıkıntıdan aldığım kilolar, ayrılan sevgililer, bir takım kendine karşı suikast girişimleri, ağrıyan başım, sıkılan canım, gözyaşlarım ve George Bush beni etkileyememişti.
Uzun zamandan beri durmuş 5,5 yaşımla sohbet ediyordum ben. Koyu sohbetimizi hiç bir gücün, kuvvetin bölmesine izin vermemiştim. Pek tatlı, masum bir velet vardı karşımda. Karşı koyamıyordum yanıma sokulduğunda. Git desem dudakları büzülecek, gözleri yaşaracak diye korkuyordum. Onunla sabahlara kadar oturuyor, gözlerimden uyku akarken sokaklara dökülüyordum. Kimse gün ağarıncaya kadar ne yapıp da yorgun argın yollara düştüğümü anlamıyordu belki ama bıkmışlardı bu hiç bir şey yapmaya hali olmayan insandan. Bir de ben ‘muş gibi’liğin altından başarı ile kalkmıştım. Ufaklık beni kaç yıldır kendine esir aldı bilmiyorum. İşin aslı merak da etmiyorum. Vurgularım o yönde mi bilmiyorum ama pişman da değilim. Ona başkalarının borcu olan ilgiyi, sevgiyi, şefkati gösterdim. Onu aldım, pamuklara sardım. Göğe bakma durağında bir banka oturup, şiirlerden ninniler uydurdum, uyuttum. Saçlarını okşadım. Oyunlar oynadım.
Annelik, ablalık ya da bu durumda ‘benlik’, bilmiyorum adını ne koyarsınız; zor zanaat.
Boşlukta gördüğüm beklenmedik, ilgisiz bir hareket, bir anlık da olsa dikkatimi dağıtınca farkına vardım olanları. Belki yüzüme sayamadıklarınca kez bağırmıştı dostlarım. Ben ancak bu zaman farkına vardım. Shel Silverstein’ın Missing Piece’i gibiydim ben. Çabalıyorum, deniyorum sanıyordum. Hayali küreklere asılmış debeleniyordum.
Falan, filan…
Bugün, uzunca zaman sonra, o beklenmedik hareket vesilesiyle bir süredir farkında olduğum durumumu değiştirmek için attığım bebek adımları ile ilişkili olarak elimi uzattığım bir İngiliz edebiyatı kitabının kapağını açınca genç, hırslı, heyecanlı, 16’sında bir genç kız, alev gibi yanan gözleri ile ‘Şşşt! Naber?’ dedi bana.
Kızın adı Audrey. Gözleri benim gözlerim…

Hiç yorum yok: