Ben çocukken 'Komplo Teorisi' baş rollerinde Mel Gibson ile Julia Roberts'ın oynadığı bir film, ortaokulda iken Büyük Ortadoğu Projesi ve şimdi de kuvvetle muhtemel gerçeğe karşılık geliyor. Çocukluğumdan bu yana değişen tek şey bu da değil.
Ben çocukken bize yeşilin önemi, insan hayatının değeri, demokrasinin gücü, sanatın güzelliği, adaletin geçerliliği öğretildi. Biz çocukken Uğur Dündar'la Hodri Meydan'ı izlerken SSK yolsuzlukları vb. haberler yapıldığında heyecanlanırdık. İnanırdık. Yanlış olanı yapmayı tercih edenler er geç karşılığını bulacaktı çünkü haklı olan kazanırdı. Ve biz haklı olanlar mutlak çoğunluktuk. İkinci Dünya Savaşı'nı geride bırakmış olan dünya soykırım ve atom bombası gibi insanlığa sığmayacak bir çok şeyi deneyimlemiş ve geri dönülmez bir yola girmişti. Yani bize öyle öğrettiler. Biz öyle zannettik. Zannettik ki ikinci bir Bosna yaşanmaz, Yugoslavya'nın başına gelenler bir kez daha tekrarlanmaz. Tür olarak insanın ortak değerleri çerçevesinde şekillenmekte olan dünya iyiye doğru yol alır. Yani tutup da Amerika Birleşik Devletleri götünden nükleer bombalara müdahale edecekleri gibi bir bahane uydurup, Atlas Okyanusu'nun ötesinde Ortadoğu'daki bir ülkeye saldırmaz. Devlet erkanı iyi eğitimli, kültürlü, hukuk ve demokrasi algısı gelişmiş, doğru değerlendirme yapabilen insanlardan oluşur. Cehalet kötüdür. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır. Bla, bla, bla...
Sonra büyüdük. Anladık ki dünyanın değiştiği, tür olarak insanın ruhsal/ manevi bir evrim yaşadığı, kimsenin Samuray'lar gibi onurları için harakiri yaptığı falan yoktu. İdealizm pek romantik bir şeydi ama hiç real değildi. Çevre haklarını savunan şirketleri, petrol şirketleri finanse ediyordu. Sovyetler'in dağılmasından sonra dünyadaki tek güç olduğunu ilan eden A.B.D. vatandaşlarının izlediği televizyonlar, okuduğu gazeteler ve dinlediği albümleri piyasaya süren firmalar, esas olarak silah ticaretinden para kazanan iş adamlarına aitti. Devlet Başkanları televizyon kameraları karşısında nefret kustukları devletlerle, kapalı kapılar ardından kendi halklarından gizli anlaşmalara imza atıyorlardı. Küçücük kızlara tanımadıkları sapıklar değil, amca, ağbi, öğretmenim dedikleri kişiler tecavüz ediyordu. Bir ülkenin kendi ticaret merkezine uçakla saldırı düzenleyip, üzerine bir terörist grup hikayesi uydurduğu teorisi hiç şaşkınlık yaratmıyordu.
Bize çocukken öğretilen her şeyin üzerine içtiğimiz bir bardak soğuk su, taş gibi midemize oturdu. Kabullendik. Adalete avukatlar, savcılar ve hakimlerin inanmadığı bir dünyada yaşadığımız gerçeğini kanıksadık.
İşte bu nedenle Aaron Sorkin'in yaratıcısı olduğu 'The Newsroom' isimli dizi, yaptığı işin hakkını veren, gerçeğin peşinden koşan, hakim güçlere boyun eğmeyen haberciler ile kendisine para kaybettirdikleri halde haber ekibine sonuna kadar destek veren televizyon kanalı sahibi iş kadını fantezisi ile benim neslim için tehlikeli ve sakıncalıdır. Zira dizinin anlattığı hikaye, sistematik olarak maruz kaldığımız kalleşlik, adilik, iğrençlik ve insan dışılığın karşısında içimizde umut ve heyecan yaratmak için yeterli değildir. Çocukluğumuzda bize öğretilen mutlak doğrular hikayece yüceltilmektedir ama problem zaten doğruların yüce olmamasında değil, olması gerekenin olan karşısında bitmez tükenmez şekilde yenik düşmesindedir. Hatta diziyle ilgili yapılan eleştiriler senaristin hayal dünyasında yaşadığını dile getirmektedir. Bu nedenle de izleyiciler tam anlamıyla bir katarsis yaşayamaz. Boğazımızda düğümlenip kalan şey, baş dönmesi, mide bulantısı ve hafif bir sarhoşluğa neden olur. Bu dizi etse etse Trankobuskas isimli ilacı üreten ilaç firmasına hizmet eder zira söz konusu mide bulantısından başka türlü kurtulmanın yolu yoktur.