20 Ekim 2011 Perşembe

Libya Bu Borcu Nasıl Ödeyecek?



    İnsanların kötü giden düzene karşı durmaları, değişim için çabalamaları, kendi hayatlarının, toplum düzeninin daha iyi, daha güzel, daha ‘yaşanası’ olması ve gelecek nesillerin refahı için eylem sergilemelerini saygıyla ve heyecanla karşılıyorum. Ancak bütün bu olumsuzlukların tek bir kişinin iradesinde olduğuna inanmanın saflık, naiflik olduğunu düşünüyorum. Bu, kısa ve basitçe ifade edecek olursak; ‘anlamamaktır’.
     Bugün Hitler yaşamıyor ve evet gaz odalarında Yahudiler sabun malzemesi olmuyor ancak Almanya’da ırkçılığın var olmadığını söylemek iddialı olur. Avrupa’da Fransız, Danimarkalı, İtalyan, İngiliz hiç bir halkın ‘ırkçı’ olup, olmadığı ile ilgili net bir şey söyleyemeyecek olmakla birlikte, sömürgecilik geçmişleri nedeni ile en azından ‘birarada yaşamak’ konusunda deneyimleri olduğu söylenebilir. Alman tarihi bu açıdan çok daha fakir kalıyor. Bugünün Almanya’sında, dünyanın en ünlü mimarlık ekolünün doğduğu Leipzig’deki Bauhaus Akademi’ye yüksek lisans eğitimi için kabul edilmiş bir Türk hala Türklüğü, müslümanlığı, ve ülkesinin az gelişmişliği nedeni ile ‘sohbet etme’ adı altında sorgulanıyorsa, bana sorarsanız Yahudiler’in ve diğer azınlıkların artık sabun malzemesi olmamalarının sebebi, direkt olarak Hitler’in yok oluşu değildir.
     Bugün işyerlerimizde çalışırken websense ile sınırlandırılmış olmayanlarımız bilgisayarlarından, diğerleri akıllı telefonlarından, televizyondan, radyodan Kaddafi’nin yakalandığı, vurulduğu, yaralı bedeninin sürüklendiği ve sonunda öldüğü ile ilgili haberleri aldık. Twitter’daki kısaltılmış linklere tıklayarak haber sitelerinden olayla ilgili ayrıntılı bilgi aldık. Muhalif Libyalıların zaferi ilan edildi. Cani diktatör, albay Muammer Kaddafi ‘yok’tu artık.
     Kaddafi’nin yokluğunun, Libya’da mutluluğun varlığı ile sonuçlanacağını düşünmek, işte o da yine saflık, naiflikle açıklanabilir ancak.
      Kaddafi çift kutuplu dünya düzeninde devrilseydi, belki insan durup bir düşünürdü. Ama bizler Afganistan’ın Sovyet Rusya’yı nasıl yenebildiğini biliyoruz. Saddam’ın sevinç çığlıkları atılarak idam edildiği Irak’ın artık esamesi okunmuyor. Bilen biri bizleri de bilgilendirsin; Irak’ta halk artık mutlu ve refah içerisinde mi yaşıyor?
      Kaddafi NATO güçlerinin desteklediği Libyalı muhaliflerce tarih sahnesinden kaldırıldı.
      İnsan merak etmeden edemiyor; ‘Peki Libya bu borcu nasıl ödeyecek?’
      Fotoğraf altı. İkiyüzlülük ve riyakarlığın milyonlarca örneğinden biri.

13 Ekim 2011 Perşembe

Türkiye’liyim, mutsuzum, eylemsizim!!!


Ntvmsnbc’nin haberinden alıntılıyorum: ” Paris merkezli Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin ‘How’s life’ (Hayat nasıl) raporu, 40 ülkede yürütülen araştırmalar sonucunda insanların yaşamlarından memnun olup olmadığını tespit etti. Mutluluk ve refah derecelerini ortaya koyan raporda, Türkiye memnuniyet sıralamasında 32. oldu.”

Buraya kadar şaşırtıcı bir durum yok. Memleket insanının mutsuz olduğunu anlamak için araştırma şirketlerine ihtiyacımız yok zaten. 29 yıldır bu topraklarda yaşıyorum ve ‘yalnız ve güzel’ ülkemin insanlarının her geçen gün artan tahammülsüzlüklerinden haberdarım.
Hatta kendi kendime de sorup duruyordum ’ Üst üste patlayan ekonomik krizler, tek kutuplu dünya düzeni vb. acaba tüm dünya insanlarını aynı derecede mutsuz ve umutsuz kıldı mı?’.
OECD merak ettiğim soruların cevaplarını araştırmış; “İşinizi seviyor musunuz? Sağlığınız nasıl? Çocuklarınıza yeteri kadar vakit ayırabiliyor musunuz? Komşularınıza güveniyor musunuz? Genel olarak hayatınızdan memnun musunuz?” gibi soruların sorulduğu raporun sonuçları:
Katılımcılara hayatlarından memnun olup olmadıkları sorulduğunda Danimarka en olumlu cevabı vererek ilk sırayı aldı. Kanada 2., Norveç 3. olurken Türkiye 32. ve Çin son sırada yer aldı.
Katılımcılara “Bugün nasıl hissediyorsunuz” sorusu sorulduğunda Türkiye en az olumlu cevabı vererek sonuncu oldu. Soruya en olumlu cevabı veren ülke Danimarka oldu. 2. sırada İzlanda ve 3. sırada ise Japonya var.
Politikada aktif olan ülkeler arasında Norveç, Finlandiya ve Danimarka başta geliyor. Bu ülkede yaşayanların yüzde 60’ı bir politikacıyla iletişim kurduğunu, bir imzaya veya protestoya katıldığını belirtti. En az aktif olanlar ise Türkler , Portekizliler ve Ruslar. Türkiye bu sırada sonuncu oldu.
Yeşil çevre olmamasından şikayet edenlerin başında İtalya ve Türkiye geliyor . Türkiye listede 2. sırayı aldı. Finlandiya, Danimarka ve İsveç ise şikayetçi değil.
Ülkeler arasında en fazla çalışan ülke Türkiye olarak belirlendi. Son sırayı ise Hollanda aldı.
İşe gitmek için harcanan süre ortalama 38 dakika olarak belirlendi. Türkiye’de ise bu süre 40 dakika veya daha fazla. Türkiye işe gitmek için en fazla süreyi harcayan 3. ülke oldu. İlk sırada Güney Afrika yer aldı.
İş yeri çalışma ortamından memnun olup olmama konusunda ise; Danimarka, Norveç, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Belçika, Hollanda ve Almanya’da her on kişiden dokuzu işinden hoşnut olduğunu belirtti. Türkiye’de her iki kişiden biri, Yunanistan’daysa her üç kişiden ikisi çalışma ortamından memnun. Türkiye çalışma ortamından en az memnun olan ülke oldu.”
Yukarıda sıralananlara bakıyorum da, eşek gibi çalışmak için vaktimizi yollarda harcayarak, memnun olmadığımız şartlarda, hakkımızı tam olarak alamadığımız işyerlerinde zaman geçiriyoruz. Mutsuzuz, keyifsiziz ve bu konu hakkında hiç bir şey de yapmıyoruz.
Araştırma sonucuna göre dünyadaki en keyfi yerinde ülke sıralamasında en üstlerde yeralan Danimarka’da yaşayanların yüzde 60’ı bir politikacıyla iletişim kurduğunu, bir imzaya veya protestoya katıldığını belirtmiş. Eylemlerinin meyvelerini de topluyorlar demek ki.
Araştırmanın konu başlıkları arasında Türklerin mutsuzluğuna sebebiyet vermeyen 2 madde var; hava ve su kirliliği. Devletimiz o konuda da canımızın burnumuzdan gelebilmesi için çalışmalarını ‘rağmen’ sürdürüyor. ‘Rağmen’ diyorum çünkü bu konuda bir çok karşı çıkış var; gerek HES’lerin kurulacağı bölgelerin yerlileri, gerekse bir takım sivil toplum kuruluşları ya inisiyatifler çalışmalar yürütüyor. Ammavelakin zannediyorum ki 1980 anayasasının üzerine bastığı ‘birlik ve beraberlik’ alerjik reaksiyona sebebiyet veriyor ki; bu konudaki çalışmalardan hangisinin sahiplenileceğine karar veren bir cenah, diğerlerini lav etme çabası içine giriyor. Nitekim Erzurum’un Bağbaşı beldesinde, bu kez ‘Leyla’lara ‘rağmen’ buldozerler çalışmalarına başladı.
Tüm bu anlatılanların arkasında, ben de şimdi kalkıp bir milleti zan altında bırakmak istemiyorum. O nedenle şöyle demeyi tercih ediyorum ; ‘Türkiye’liyiz, mutsuzuz, eylemsiziz’ . Kırk yılın başı bir eylem sergilemek için toplaşan azınlıklar da , amaç kayması yaşıyor.
Nokta!

11 Ekim 2011 Salı

Siz hiç “16” yaşınızla karşılaştınız mı?


Bu sabah uykumdan uyanırken oldukça uzun zamandan beri olduğu gibi; kendime ‘Neden’ diye sorarak yatağımdan kalktım. ‘Bugünü dünden ayıracak olan ne? Bugün, geçmişte kalan dünlerden farklı olarak daha anlamlı bir yarın için ne yapabilir?’. Cevap veremedim ama yine uzun zamandır yaptığımı yapıp yüzümü yıkadım, saçımı taradım, giyindim, sokağa çıktım. Ofisin yolunu tuttum.
Kapısını çalıp içeri girdiğim ofisler, günaydınlaştığım insanlar, pencereden baktığımda gördüğüm manzaralar değişiyordu. Saçımın rengi, vücudumun ağırlığı, tırnaklarımın uzunluğu değişiyordu. Başbakanlar, döviz kurları, Beyoğlu, en çok satanlar, köşe yazarları, televizyonda yayınlananlar, iletişim biçimleri, çıkmaz sokaklar değişiyordu. Manşetlerde tüm çıplaklığıyla ölü kadınlar yayınlanıyor, olmaz denenler oluyordu. Şaşkınlığımın sebebi belki de buydu. Gözlerimde heyecan, içimde can, eylemimde azim yoktu. Dünya ayaklanmış insanı sarsıyor, bir yerden alıp öte yana savuruyor, kimsenin tepkisiz kalmasına izin vermiyordu. Ben oldukça uzun zamandan beri durmuş, bekliyordum.
Beklediğimin Beckett’in 1949’da anlattığı şey olduğundan eminim artık. Eylemsizliğine yenilmiş bir ben vardı ve kim olduğunu bilemediğim bir kişiyi, ne olduğunu tasavvur edemediğim bir şeyi bekliyordum. Gelmiyordu bok yiyen.
Günlerden bir gün aval aval baktığım boşlukta bir hareket gördüm. Tuhaftı. Yok yere kapının önüne konan işçiler, ödenemeyen kredi borçları, sıkıntıdan aldığım kilolar, ayrılan sevgililer, bir takım kendine karşı suikast girişimleri, ağrıyan başım, sıkılan canım, gözyaşlarım ve George Bush beni etkileyememişti.
Uzun zamandan beri durmuş 5,5 yaşımla sohbet ediyordum ben. Koyu sohbetimizi hiç bir gücün, kuvvetin bölmesine izin vermemiştim. Pek tatlı, masum bir velet vardı karşımda. Karşı koyamıyordum yanıma sokulduğunda. Git desem dudakları büzülecek, gözleri yaşaracak diye korkuyordum. Onunla sabahlara kadar oturuyor, gözlerimden uyku akarken sokaklara dökülüyordum. Kimse gün ağarıncaya kadar ne yapıp da yorgun argın yollara düştüğümü anlamıyordu belki ama bıkmışlardı bu hiç bir şey yapmaya hali olmayan insandan. Bir de ben ‘muş gibi’liğin altından başarı ile kalkmıştım. Ufaklık beni kaç yıldır kendine esir aldı bilmiyorum. İşin aslı merak da etmiyorum. Vurgularım o yönde mi bilmiyorum ama pişman da değilim. Ona başkalarının borcu olan ilgiyi, sevgiyi, şefkati gösterdim. Onu aldım, pamuklara sardım. Göğe bakma durağında bir banka oturup, şiirlerden ninniler uydurdum, uyuttum. Saçlarını okşadım. Oyunlar oynadım.
Annelik, ablalık ya da bu durumda ‘benlik’, bilmiyorum adını ne koyarsınız; zor zanaat.
Boşlukta gördüğüm beklenmedik, ilgisiz bir hareket, bir anlık da olsa dikkatimi dağıtınca farkına vardım olanları. Belki yüzüme sayamadıklarınca kez bağırmıştı dostlarım. Ben ancak bu zaman farkına vardım. Shel Silverstein’ın Missing Piece’i gibiydim ben. Çabalıyorum, deniyorum sanıyordum. Hayali küreklere asılmış debeleniyordum.
Falan, filan…
Bugün, uzunca zaman sonra, o beklenmedik hareket vesilesiyle bir süredir farkında olduğum durumumu değiştirmek için attığım bebek adımları ile ilişkili olarak elimi uzattığım bir İngiliz edebiyatı kitabının kapağını açınca genç, hırslı, heyecanlı, 16’sında bir genç kız, alev gibi yanan gözleri ile ‘Şşşt! Naber?’ dedi bana.
Kızın adı Audrey. Gözleri benim gözlerim…

2 Eylül 2011 Cuma

Muska

Sütü çekilmiş incirler diyarında yaşayan Audrey, çocukluğunu düşündü derin derin. Arşınlanacak yolların faytonla katedildiği, okul alışverişi yapmak için siyah Dodge’ların orta sırasına iliştirilmiş minik koltukla Kadıköy’e sonsuz gibi gelen bir zamanda yapılan seyahatlerin zamanını. Hiç ‘yeni alınmış bayram/okul ayakkabısını giymeden önce başucunda saklayan çocuklar’la arkadaş olmamıştı. Aslında yeni alınmış ayakkabıya bunca sevinç gösterisi yapacak, anlam yükleyecek yoklukta da yaşamamıştı. Suadiye’deki şarküteriden alınan ecnebi sakızlarla okulda hava atardı sınıf arkadaşları, Barbour mont ve Burlington çorapları İstanbul’daki kolejleri istila etmeden önce. Audrey’nin en sevdiği renk ‘mami’, en sevdiği insan ‘baba’, en çok gitmek istediği yer ‘nene’, en çok görmek istediği ‘Müberrası’, en çok dinlediği ‘Zeki Müren’, en heyecanlı bekleyişi ‘yılbaşı gecesi dansözü’, en büyük uğraşı ‘anahtarlık koleksiyonu’ydu. Kuzeni ile A4 kağıtlarına ev yapımı dergiler hazırlar, sekizinci kattan ağırlık yapsın diye üzerine mandal iliştirilen poşetle apartmanın bahçesine bırakılan harçlığı ile dondurma alırdı, kendine, mahalledeki çocuklara. Adı bu sebeple enayiye çıkmıştı. Audrey enayiliğini göğsünde bir zafer nişanı gibi taşırdı. Zaman kontrolsüzce ilerliyor, Audrey ‘anlamadan’ edemiyor, akreple yelkovana bu konuda fena halde bozuluyordu. Yaşadığı şehirle arkadaş oldu önce. Sonra tanımadığı insanlarla. Enayiliğinin şairlere ilham veren bir şey olduğunu öğrendiği gün, nişan oldu muska.




16 Ağustos 2011 Salı

MÜMKÜNLÜ



Şarkının sözleri neden bahsediyor bilmiyorum. Ben dinlerken kendi kendime ‘mümkündür’ dedim. Mümkündür uzak olmayan bir gelecekte, geçmişte bal gibi de tadına bakılmış, tadı damağımda kalmış şeylerin yaşanması. Bir kez daha sadece ve sadece ‘ben’ olarak, içimden geldiği gibi yaşamak ve kimselerce didiklenmemek. Üretmek; ki üretmek demek sadece yazmak değil, çizmek değil, çekmek değil, dünyaya bir bebek getirmek değil. Üretmek; bazen liderlik yapmak demek. Elle tutulur, gözle görülür şeyleri değil de, bir insanın can sıkıntısının çaresini bulmak bazen. Yolunu kaybetmişlere yol göstermek. Alacaklı olmayanlara, vermek ve alıp gitmelerine izin vermek. Bazen sadece bir sofra kurup, umutluları toplamak, umutsuzlarla buluşturmak. Bazen uykusuz geçen bir gecenin ardından, birine taze taze portakal suyu sıkmak. Yani atla deve değil bu ‘üretmek’.
Korkuyoruz. Adımız, sanımız kalmayacak geriye, unutulup gideceğiz diye. Yalnız kalacağız diye. Hem canımız da yanmış, belki bilmeden can yakmışız. Dünyaya adım atalı zaman geçmiş, zırhlar edinmişiz. Acıdan kaçınmayı öğrenmişiz, öğretmişler. Her kimse onlar hatırlamalı;_ ‘benden güçsüzler’_. Ötekileşmem de bundan belki. Bu dediklerim kişisel değil. Okuyorsan ve içinden ‘Ne güzel anlatıyor’ diyorsan sen de öylesin. Bekleme kimseden bunları duymayı. Tüm bir hayatın boyunca en sadık olacağın, olmak zorunda olduğunla konuş. Aynaya bak ve cesaret et söylemeye; Mümkündür tekrardan sevmek, sevilmek. Mümkündür daha çok ahşap bu hayatta. Daha çok yeşil. Daha az angarya, daha az maruz kalma, daha fazla yaşama.
Şarkı ne diyormuş acaba diye merak edip, google’dan aramaya bile üşenecek olanlar için; ‘Kaldır kıçını da dön bak dünyaya neler oluyor!!’…
ingilizceye açıklamalı çevirisi şöyle bir şeymiş*:
think of me (dir-ni fi bal-ek = have me in your mind = think of me) oh you who i love my heart chose you and i don’t know what to do (ma sebt edwah= i didn’t find a cure for it) today you’re by my side but tomorrow, who knows? that’s how the world is sweet and bitter
no one but you (ghir enta) no one but you no one but you has entered my heart no one but you no one but you only you live in my heart
my situation puzzles me (hali m’heyarni) at night i can’t sleep why, my life? (my life is a kind of love interjection, like turkish “hayatım”) that’s a sin my life that you make me suffer so much! spring does not last forever and roses wilt (in the end) i’m in chaos, i’m in chaos (hali maadoum= my “life” is devastated) think of me
no one but you (ghir enta) no one but you no one but you has entered my heart no one but you no one but you only you live in my heart
( ekşisözlük’e ve satine’e teşekkürü borç biliriz)

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Masa da masaymış, ha!



Yıllarca masalara emek verdim ben. Çocukluğumu, ilk aşkımı, dinlediğim şarkıyı, okuduğum dizeyi, inadımı, gülüşümü, çöküşümü, paramparçalığımı, bütünlüğümü, bir türlü tam olamayışımı, hissimi,cismimi, elimde avucumdakini, gözyaşımı, koskoca kahkahamı, bir ilkbahar sabahına uyanışımı, derin kabuslardan sıyrılamayışımı koydum masalara. Masalarda bana ait olanlar her ne hikmetse hep daha ağır oldu. Daha zekiler vardı, fahişeler vardı, hiç yaşamamış insancıklar vardı, koskocalar, küçücükler, gelenekseller, marjinaller vardı. Yine de o masada bana ait olanlar; bazen şöyle, bazen böyle hep ağır kaçardı.
Belki de bu sebepten ben çok uzun zamandır hep bir masa hayal ettim. Kocaman bir masa, dikdörtgen,upuzun. Ahşap. Masayı koyacak bir bahçenin sermayesini hayal gücüm bile karşılayamıyor, hayalim sekteye uğruyor, o masa dapdaracık apartman dairelerine sığdırılmaya çalışılıyordu. Gerçeğe taşıyacağım o masayı diye; yemekler yaptım. İnsanlar topladım, çıkardım. Neden bilmem, eksikti hep bir şeyler. Hep bir tatminsizlik, hep özlem.. Uzatmaya gerek yok işte! Mutsuzluk.
O masanın hayaliyle bazen mutlu oldum, bazen yok öyle bir masa sana bu dünyada diye kendi kendime kahroldum.
Masadan beklediğim paylaşmaktı işte. Masaya bir şeyler koymaktı. Gülmekti. Muhabbetti. Çoğalmaktı.
Bir de masanın kenarında eğreti durmadan oturmak istedim hep. Dürtüklenmeden, yüceltilmeden, aşağılanmadan, kavga edilmeden… Korkunç, gülünç, sıradan ya da anlaşılmamış olan olmadan.
Ben, şahsen,bizzat kendim olarak.
29 yaşındayım…
Kaç tane nelerim oldu sayamadım…
Şekil 1-a’da bakmakta olduğunuz ‘o’ masadır a dostlar. Bir daha denk gelir mi, yeniden olur mu, bilmiyorum. İnsan bu, istemenin sınırı yok ama ben neyi hangi sınırlarda istediğimi biliyorum.
Aşk nadirdir derler mesela ya hani…
Onun gibi bi şi… Yani bir daha olmazsa, alınmam gücenmem ben artık bu hayata.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Veled-i Zina












Bu veledin ismi ‘Selim’. Kendisi ile İnceboğaz’da karşılaştık. Bir yaşındaymış. Selim Efendi’yi ilk gördüğümüzde çakıl taşları ile oynuyordu. Ama herhangi bir çocuktan çok, ortada fol yok yumurta yokken, kendi kendilerine sanki halisünasyon görmüşcesine takılan oyunbaz kediler gibi oynuyordu çakıl taşları ile. Sonra ayaklanıyor, iki ayağının üzerinde dik duramıyor, kafayı çakıl taşlarına gömüp, kendi kendine söyleniyordu. Fotoğraflarını çekmeye başlamamla, beni fark edişi bir oldu. Pozlar verdi, laf yetiştirdi ama tüm bunları yüzünde koskocaman bir gülümseme ile yaptı.
Selim yıllardır dinlediğim ‘bebekliğim’ konusunda beni aydınlattı.
Babamın ‘veled-i zina’sı ben - sanırım kulağına hoş geliyordu bu tabir, zira ne zinası yahu, kapı gibi evlilik cüzdanları vardı bizimkilerin- hep şöyle anlatıldım kendime; ‘sen ne tatlı, ne güzel, ne beyaz bir bebektin öyle. Nasıl sakin, güleryüzlü. Kendi kendine seni bir banka bıraksak, ertesi gün gelsek aynı yerde bulurduk.Yoktan oyunlar yaratırdın kendine, oynardın saatlerce. ’ Arkasından da babam hep eklerdi ; ‘Sonra nasıl böyle oldun anlamıyorum!’…
Böyle;: konuşkan, kıpır kıpır, yerinde duramayan.
Bana bebekliğimi her anlattıklarında üzülmüşümdür. Ben nasıl sakin, sessiz, kendi halinde bir bebekmişim. Başıma neler gelmiş de, bunca konuşmaya zorunda hissetmişim kendimi, nasıl bir savunma mekanizması oluşturmuşum diye. Kendi kendime dertlenirken günlerden bir gün bi tanesi Cenap Amcam ; ‘olur mu ya’ dedi. ‘Sen kıpır kıpır, gözleri fel fecir okuyan, enerjik bir bebektin’.
Kafam karıştıydı. Anlatılan iki farklı beni kafamda bir türlü örtüştüremezdim.
Selim Efendi evvelsi gün, söz konusu kafa karışıklığını ortadan kaldırdı. Aha, işte böyle kendi halinde, gözleri fel fecir okuyan, kıpır kıpır, güleryüzlü bir şeymişim işte ben yahu dedirtti.
O zaman;
Sen çok yaşa Selim Efendi!!

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Ümmügülsüm'ün hikayesi...


Kaş’a bir kaç kez geldim, her seferinde ebeveyn nezaretinde… Anne, babanın yapmış olduğu programlar dahilinde yapılmıştı geziler. Şimdiden dönüp geçmişe bakınca, annemle babamın boşanmaları, rollerini geleneksel anlamda çok fazla benimsememiş olmaları vesairenin bende yarattığı tahribatın ötesinde, ‘kendileri’ olarak beni büyüten, yetiştiren kişiler olmuş olmalarının ne büyük bir şans olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Otobüsün penceresinden Kaputaş’a bakarken, aklıma gelenler, anılarım, ‘benim’ dediklerim onların seçimleri ve iradelerinden benim hayatıma düşen gölgeler bir yandan. Bu sebeple ülkenin daha önce karış karış gezmiş olduğum yerlerini, tekrardan kendi seçtiğim sokaklardan yürüyerek, kendi ayarladığım teknelere binerek ve kendi canımın istediği insanlarla sohbet ederek deneyimlemek istedim. Başka coğrafyalara gitmeden önce. Kaş, o duraklardan biri. Çocukluk travmaları, siz ‘kendinize ait’ yaşantılar yaratmadıkça peşinizde ne de olsa. İnşallah daha sonra yeni yerlere de gideceğm.
Kendime bir tatil planı yaptığımda, içinde Kekova adası, Üçağız, Demre(Myra), Sıçak (Aperlai) olan bir program oluştu. Meis’e gidecek vizemiz yoktu. İstanbul’dan uçakla değil de, otobüsle gelirken de Afyon’da durup Cumhuriyet sucuklarından yemeyi hayal etmiştim. Öyle de oldu. Kaş’a gelince sevgili arkadaşım Sevinç’in bavulu, hiç aklıma gelmeyecek şekilde taksi arattırdı bize. Taksi arayışı yeni insanllarla karşılaşmamıza sebep oldu.Kaş coğrafi açıdan çok güzel ama daha da güzeli sanırım insanları. Tıpkı Fethiye’de olduğu gibi sokaklarda iki çift sohbet edecek, hikayesini anlatacak birileri var. Ben de zaten dinlemeye meraklı. Güleryüzlüler.
Dün, Kaş’ta herhangi bir genç kadının yapabileceği şeyler yaptım ben. Blanc Du Nil’de %100 Mısır pamuğundan bembeyaz elbiseler denedim, gündelik tekne turları yapan kişilere kendi planımı nasıl gerçekleştirebileceğimi sordum, Kaş’ı Türkiye dışından ziyaret etmiş kişilerle sohbet ettim, bir Likya yolu haritası aldım Feride Hanım’dan - yanında muhabbet ve bir torba dolusu tatlı-ekşi, ısırınca suyu üzerinize fışkıran Gömbe eriği bedavaya geldi- Hotiç’in eski tasarımcılarından Selin Haktanır’ın Kaş’taki Sandal@’inden yumuşacık derili, kırmızı mercanlı bir sandalet aldım, ada çayı içip, tavla attım.
Derken 10 Temmuz 2011’i, herhangi bir genç kadının muhtemelen yaşayabileceği bir Kaş gününden ayıracak kişi yanımıza geldi. Sepetinde Gömbe’nin yaylasından topladığı şifalı otları satan Ümmügülsüm Karakahya yanaştı yanımıza ve şifalı otlarını satmaktan öteye geçip, kendi hikayesini anlattı. Yanımızdan ayrılırken, konuşmaya ihtiyacı vardı herhalde dedik Sevinç’le.
Ümmügülsüm Karakahya Demre’li bir kadın. 2 oğul , bir kız evlat vermiş ona kader. Oğullarından biri askerde, diğeri ortaokul öğrencisi. Kızı; kayıp. 2005 yılında kaybolmuş, bu vakite kadar da kendisinden haber alınamamış. İnternetten Demet’in hikayesini araştırdığınızda, birbirinden farklı hikayeler okumuyorsunuz ancak birbirinden farklı isimlere denk geliyorsunuz. Hikaye ile muhabirler bile pek yakından ilgilenmemiş anlaşılan. 12 yaşında bir kız çocuğunu arayan gözü yaşlı babadan bahsediliyor bir de. Ümmügülsüm eşini kaybettiklerini söyledi; kalp hastasıymış.
Ümmügülsüm her gün Demre’den kalkıp şifalı otlarını satabilmek, eve para götürebilmek için Kaş merkeze geliyor. Otları toplamak için de, cehennem sıcağında Gömbe yaylasında vakit geçiriyor. Bize anlattığı kadarı ile asıl sıkıntısı, ortaokula giden küçük oğlunun, ablasının kaybından sonra azan astım hastalığı için kullanması gereken ilaçları bulmak, satın almak. İhtiyaçları olan 2 ilaç var; ayda 2 kutu ilaç. Biri 60, diğeri 65 Türk lirası. Ancak Ümmügülsüm parası yetişmediği için 7,5 lira olan ilaçlardan alıyormuş. Bu ilaç da oğlunun krizlerini önlemiyormuş.
Ümmügülsüm evinin telefon numarasını bilmiyordu. Şans eseri büyük oğlunun askerlik yaptığı yerde askerliğini yapmakta olan bir tanıdığımız olduğunu fark ettik. Şimdi o yolla, kendisine ulaşmaya çalışacağız. Ona gel otur, az soluklan, bir bardak çayımızı iç,bir şeyler ye dedik. İstemedi. Doymuş kadar oldum dedi. Hayır duaları okudu.
Ümmügülsüm için ilaçlar 60 liralık ve 65 liralık. 7,5 liralık. Adı, içeriği, yan etkisi hikaye. Oyunu CHP’ye vermiş, oğluna Deniz Baykal’ın ismini vermiş.
Şimdi Ümmügülsüm’ün oğluna her ay o 2 kutu ilacı nasıl ulaştırabileceğimizi düşünüyoruz. Kaç tane Ümmügülsüm var? Ümmügülsüm’üm hikayesini Kaş’ta kaç kişi dinledi? Kaç kişi merak edip araştırdı? Kaç kişi onun için endişelendi?
Kaç kişi daha acaba oğlu için, bir Selin Haktanır tasarımı sandalet ya da Blanc Du Nil’den %100 Mısır pamuğu elbise parası edecek ilaçları ona ulaştırmak için çaba sarf edecek?
Siz mesela, ilgilenir misiniz Ümmügülsüm’ün hikayesi ile?

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Nilüfer, Kar Taneleri




Bu şarkılar bana hiç bir zaman bir sevgiliyi, aşığı hatırlatmadı. Galiba hatırlatmayacak da. En büyük terk edilişimi küçük bir çocukken yaşamış olmanın rahatlığı ile hayatıma insan almaktan korkmadım hiç bir zaman. Daha fazla parçalanamazdım. Gelişler, gidişler beni çoğalttı. Sevmeye yeteneğim vardı, resmen işlendi. Neredeyse tüm Kayahan şarkıları - Kayahan’ı Kayahan yapan, Nilüfer’in sesinde isyana dönen - bu sebeple bende çocukluktur. Naifliktir.
Kayahan’ın mıydı ki bu? :)

27 Haziran 2011 Pazartesi

Transhümanizm


Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde, ürkünç bir fikir yaşarmış kimi zihinlerde…
Goldie Hawn, Merly Streep ve Bruce Willis’li, 1992 tarihli kara komedi ‘Ölüm Kadına Yakışır’ı hatırlar mısınız? Kısaca anlatmak gerekirse, Robert Zemeckis imzalı filmin başrolündeki ‘ablalar’ımız genç ve güzel kalacakları sonsuz bir yaşam için, arkadaşları Lisle’den aldıkları bir iksirle sonsuzluğa dek sürecek bir işkenceye gönüllü yazılırlar. Film sinema tarihine altın harflerle yazılmadıysa bile, tahminimce popüler kültür tarihine karakterlerinin hayalperestlikleri ile geçecektir , çünkü evet ölümsüzlük hayal edilebilir ama gülerler adama! ‘İksir’le mi???
Kabul ediyorum medyanın her gün inat ve sebatla ‘anti-aging’ metodları ile ilgili pompalamalarına karşı bağışıklık kazanmanıza rağmen hala bir çoğunuz, tabii eğer ilgi alanınız değilse, ölümsüzlük ya da gerçekten her daim genç kalmanın mümkünatı ile ilgili bir yargıya sahip değilsinizdir. Oysa 60 yaşında Amerikalı bir futurist olan Ray Kurzweil, ölümsüzlüğe teğet geçmemek için her gün aldığı 200 hapın organizasyonunu yapması için birini tutmuş. Varını yoğunu da damarlarımızdaki oksijeni milyon yıllardır taşıyan hemoglobinin yerine nanoçiplerin geçtiğini görebilmek için harcıyor. Ancak ‘başımıza taş yağacak’ türünden telaşlara kapılacak bir durum da yok çünkü işin aslı ‘ölümsüzlük’ fikri Gılgamış Destanı’na, ‘robot’ düşüncesi ise M.Ö. 3500’ün Antik Yunan’ına ( bkz. Talos, Galatea ) gelip dayanıyor. Belki de bizi dehşete düşüren, insan aklının binyıllar önce tasarlayabildiğini, gerçekliğe uygulayabileceği teknolojik yetkinliğe ancak şimdilerde erişebilir hale gelmiş olmasıdır.
İstemesine bir sınır koyamayan insanoğlunun yeni tutkusu, köklerini Marquis de Condorcet, Benjamin Franklin ve Darwin gibi isimlerin söylemlerinden ve Aydınlanma’dan alan ‘Transhümanizm’, insanın kendi için daha fazlasını istemesi, kendini her anlamda bir üst seviyeye taşıma arzusu olarak tanımlanabilir. Oysa evvelsi gün yaptığı devrimin sonucunda ortaya çıkan kapitalizmin empoze ettiği kitle mesajı ‘Daha Fazla Tüket!’ten asit yağmurları, Çernobil faciası, iklim değişiklikleri, kuruyan göller, nesli tükenen canlılar, buzulların erimesi, sel felaketleri, kuraklık ve salgın hastalıkların tezahürü ile boyunun ölçüsünü fazlasıyla almış olduğunu zannettiğim insanoğlu, şimdi kendisine başedeceği yeni felaket senaryoları ve bu senaryoların gerçekliğini deneyimleyeceği ‘sonsuz’ bir zaman yaratmak için çabalıyor. Transhümanistler, her ne kadar teknoloji ve bilimin desteğiyle gerçekleşecek entelektüel ve kültürel bir hareketle insanın kendini her yönden bir üst seviyeye taşıması düşüncesini savunduklarını söyleseler de, ilham vericiler listesinde Nietzsche ve onun teknolojik dönüşümden bağımsız şekilde kendini gerçekleştirme üzerinden şekillenen ‘üstinsan’ kavramı yok. Kelime ilk kez 1957’de Aldous Huxley’nin biolog kardeşi Julian Huxley tarafından insan doğası için varolan olasılıklıkların ayırdına vararak ve kendi kalarak kendini aşması anlamında kullanılmışsa da, 1980’den bu yana kullanılan anlamı ile farklılık gösterir ve daha çok, insanın belirlenmişliğinin kırılması alanında yapılan kültürel, entelektüel ve teknolojik çalışmalar olarak değerlendirilmektedir. İnsanoğlu kendisine bir koza örüp, eksik yanlarından tiksindiği ölümlü tırtılı geride bırakarak, kozanın içerisinden sonsuzca yaşayacak bir kelebek olarak çıkmanın hayaline her geçen gün daha da çok yaklaşıyor. ‘Homosaphien’in, ‘homoperfectus’a dönüşümü Arthur C. Clarke’ın futurizmi ile Ayn Rand’in liberalizmden doğacak bir çocuk olarak şekilleniyor. Hayatın mutlak bir biyolojik fenomen olması fikrinden sıkılan transhumanistler, yapay zeka ve sibernetik organizmalaşmanın (cyborglaşma) denenmesiyle bunun ortadan kaldırılması için yeni bir sermaye odağı yaratmaktalar. Bu noktada öne çıkan en radikal postmodern önerme ise, neyin insan olduğuyla ilgili ortaya çıkacak günümüz gerçeğine aykırı kültürel söylem . Postinsanlığa dair görüşler çeşitlilik gösterseler bile, insanın duyumdan bağımsız iletişebileceği (kablosuz aletler gibi), telepati sayesinde zamandan tasarruf edileceği, zihinsel görü ve algının bilimsel olarak arttırılacağına kesin gözüyle bakılıyor. Öte yandan bizlerin titanyum ve silikondan oluşan versiyonlarının, bizim hayatlarımızın zorunlulukla bağlandığı seks, sosyal yaşam ve ya çocuktan bağımsız bir hayat süreceklerine inananlar bile var. Tabii bunun bir olanak ya da zavallılık olduğunu düşünmek bize kalmış. Kendi payıma, daha iyi bir insan hayalini gerçeklemek için insanlıktan çıkmanın ancak barış için savaşmak gibi bir saçmalığa denk gelebileceğini düşünüyorum.
İşin tuhaf tarafı, yapay zekanın tezahürü ile dünyanın nasıl bir yer olacağının anlatıldığı Matrix ya da Yapay Zeka gibi filmlerin eninde sonunda vurgulamaktan kaçınamadığı insani olgulara, yukarıda sözü geçen yetilere sahip yarı insan- yarı robot varlıkların yaşadığı bir dünyada yer olduğunu düşünmek zorlaşıyor. Bu noktada insan, söz konusu distopyaları yaratanların, hali hazırda insan oldukları için, duyumdan bağımsız bir algının sonucunda orada olmaktan başka bir fonksiyonu olmayan bir şeye ne kadar yabancı olduklarını düşünmeden edemiyor. Wall-e ya da Terminatör örneklerini düşünüyorum da, karşındakini kendi gibi görmek de herhalde buna deniyor. Oysa yarının dünyasında doymak için elma yemeye ihtiyacı olmayan varlıklar, duyumlamadan algılamaya borçlu oldukları kusursuz elma tadından başka bir şeyi asla tatmayacaklar herhalde. Bu tatların çeşitliliği ise herhalde yarının mimarı belli kişilerin favori tatlarının ötesine geçmeyecektir. Duyumsuz algı ne yapacak? Kendi kendini şaşırtabilmek için, kurtlu elmanın olasılık hesaplarını yapıp, o olasılık üzerinden bilmem kaçta bir o tadı mı algılayacak? ‘Fatma’nın kurufasulyesi şahanedir’ cümlesi literatürden kalkacak anlayacağınız. Hem zaten Fatma da kim? ‘Ben’den öte bir şeye hangi sebeple uzanacak yarının postinsanı? Ya da bu dönüşümü bugünün insanları hep birlikte atlatabilecek miyiz, hali hazırda birbirimizi kıran kırana vurup dururken? Peki hani ya da bizim teknolojik gelişmelerin ötesinde gerçekleştireceğimiz düşünsel transhumanist devrimimiz?
Mevzunun etik değerlendirmeler açısından da oldukça geniş tartışmalara sahne olduğu söylenebilir. Ancak bu tartışmalara gerçekten de ihtiyacımız olup olmadığı da ayrı bir soru. En basitinden, milyonlarca yıldır birarada yaşamasına rağmen insan haklarının hakkını vermekten aciz kalmış bir cinsin, genetik çalışmalar sonucunda ortaya çıkabilecek bir Frankenstein ya da sevebilen bir yapay zeka olan David’e nasıl muamele edeceğini tahmin etmekte zorlananlar, dvd playerlarının başına geçebilirler. Gerçi ben zulüm, yok sayma ya da kendini üstün görmeden başkaca bir açılım olmadığına emin gibiyim. Ancak işin beklenmedik tarafı ‘azınlık hakları’ ile ilgili çözülememiş bir çok problem bir kenarda dururken, ‘robot hakları’nın şimdiden California’daki ‘Gelecek Enstitüsü’nde tartışılmaya başlamış olması. Hem kimileri yarının A. Huxley’nin ünlü distopyası ‘Cesur Yeni Dünya’dan farklı olmayacağına inanıyor olsa bile, bazıları da hepimizin rüya ile gerçeği birbirinden ayırdedemez biçimde algılayan, 21.yüzyılın sürrealistleri olacağımızı düşünüyor.
Her neyse… Kıssadan hisse anlatımın başında sözünü ettiğim Ray Kurzweil çılgını, Moore Yasası’ndan yola çıkarak ev tipi bilgisayarların 2029 yılında insan beyninin sahip olduğu işlem gücüne ulaşacağını, 2045 yılında ise yapay zekanın geçmişte hayal edilemeyecek biçimde kendi kendini geliştirebileceği noktaya geleceğini düşünüyor. Yukarıda sorulan sorular ve türetilebilecek yüzlercesi daha ‘insani’ cevaplarını bekliyor. Yani anlayacağınız az zamanda, çok ve büyük işler yapabilmek için sayılı günümüz kaldı.
Meraklısına okuma önerileri: Engines of Creation: The Coming Era of Nanotechnology- Eric Drexler The Millenial Project -Marshall Savage The Age of Spiritual Machines – Ray Kurzweil Our Post-Human Future – Francis Fukuyama

7 Mart 2011 Pazartesi

Ben Şahsen Bizzat Kendim

Kendi kendimle konuşmak, aslında en sevdiğim eylemlerden biri sayılmaz. Kendi kendime düşünebiliyor olmak yeterli. Yani anlayacağınız aslen ben, benden ötesi ile konuşmak isterim. Sonra paylaşmak isterim. İsterim ama! Ciddi, ciddi. İnsanın istemesinin sınırı yoktur derler; benim var. Ben güzel bir balık ızgarayı, beyaz şarap eşliğinde birlikte ancak belirli şartlar altında yemek isterim. Sessizliği belirli şartlar altında isterim. Örneğin bir odada 5 kişi, sessiz sakin oturuyorlarsa,ve her birinin neden böyle olduğu ile ilgili bir fikri yoksa, ben öyle huzuru istemem. Kendimi Sims 2'deki simülasyonlara benzetirim. İki kişi eğer aralarında belirli bir mesafe varsa, sessiz kalabilirler. İki kişi artık birbirlerine her konuda güveniyor, birbirlerini oldukları gibi kabul ediyorlarsa sessiz kalabilirler. İki kişi eğer ne gereğince uzak, ne yeterince yakın değillerken sessizlik bana çekilmez gelir. Söylenene cevap alamamak da öyle. Çünkü kurarım, sorarım, olasılık hesabı yaparım. Kendimi durduramam. Gürültülüyümdür. Suspusların yanında kendimi kusurlu sanırım. Kendimi kusurlu sandırdıkları için hırslanırım, sinirlenirim. Bilirim herkes benim gibi değildir; herkes karşısındakinin nasıl hissedebiliyor olacağını hesaba katarak eylem sergilemez. Gözegörünürün arkasındaki apaçıklığı herkesin aklı, hafsalısı almaz. Yazıktır.O nedenle de bu sefer sinirlenişime sinirlenirim. Hesapsız olduğu için insanlara kızamam. Yalnızlaşırım. İşin kötü tarafı düşünceliliğim, birini pek bir sevene kadardır. Ben birini pek bir sevince, gerisini hiç düşünmem. Karşımdaki ne düşünür, ne hisseder, ne farz eder hesap etmeden içimden geldiği gibi davranırım. Sevmeye çok neden aramam. Çok sevdiğimde noldu, pek anlamam. Heyecanlı, coşkulu, paylaşımcıyımdır. İnsanlar bazen bu sebepten benden korkarlar.Olur, olmaz şeyler zanneder; benden geri çekilirler...Üzülürüm. Bazen kendi kendime gülerim, çünkü hava güzel kokar. Sokakta oyun oynayan çocuklar bana gülümser. Bir uçak havalanırken, İstanbul'a bakıyorumdur. Michael Jackson dinliyorumdur. Kendi kendime gülerim. Beni deli zanneden, şüpheyle bakan insandan korkarım.Çünkü yaşlısından, gencine, doğudan, batıya bir çok insan görmüşümdür; gülümseyişime güvenen. Gülümseyişime şüphe ile yaklaşanın kendi ile kavgası olduğuna inanırım. Güzel bir manzara karşında kitap okunup, müzik dinlenebilirken, bilgisayarımı açıp bir Amerikan dizisi izlediğimde bana faşizan entelektüel veyahut bir şekilde tepeden bakışlar fırlatıldığında tilt olurum. Kendimi zanneden değil, tanıyanımdır. Bazen bir konuda bana yakın bir başkası benle ilgili doğru olan şeyleri söylediğinde, ben o gerçekliği henüz fark etmemişsem, kabullenmem. Sinir ederim. Bunun için sevdiklerimden buradan özür dilerim. Ama içime sindirmeden bir şeye 'He' dersem, sonuna vardıramam. Aklım başka yerdeyse, orada kalır. Herkes bağlanmaktan korkarken; benim geceleri yalnız yatağında yatan bedenimin içinde, iplik iplik bir o yana, bir bu yana bağları olan bir kalp atar. Özler durur. 

The Thinkerbell