20 Ekim 2011 Perşembe

Libya Bu Borcu Nasıl Ödeyecek?



    İnsanların kötü giden düzene karşı durmaları, değişim için çabalamaları, kendi hayatlarının, toplum düzeninin daha iyi, daha güzel, daha ‘yaşanası’ olması ve gelecek nesillerin refahı için eylem sergilemelerini saygıyla ve heyecanla karşılıyorum. Ancak bütün bu olumsuzlukların tek bir kişinin iradesinde olduğuna inanmanın saflık, naiflik olduğunu düşünüyorum. Bu, kısa ve basitçe ifade edecek olursak; ‘anlamamaktır’.
     Bugün Hitler yaşamıyor ve evet gaz odalarında Yahudiler sabun malzemesi olmuyor ancak Almanya’da ırkçılığın var olmadığını söylemek iddialı olur. Avrupa’da Fransız, Danimarkalı, İtalyan, İngiliz hiç bir halkın ‘ırkçı’ olup, olmadığı ile ilgili net bir şey söyleyemeyecek olmakla birlikte, sömürgecilik geçmişleri nedeni ile en azından ‘birarada yaşamak’ konusunda deneyimleri olduğu söylenebilir. Alman tarihi bu açıdan çok daha fakir kalıyor. Bugünün Almanya’sında, dünyanın en ünlü mimarlık ekolünün doğduğu Leipzig’deki Bauhaus Akademi’ye yüksek lisans eğitimi için kabul edilmiş bir Türk hala Türklüğü, müslümanlığı, ve ülkesinin az gelişmişliği nedeni ile ‘sohbet etme’ adı altında sorgulanıyorsa, bana sorarsanız Yahudiler’in ve diğer azınlıkların artık sabun malzemesi olmamalarının sebebi, direkt olarak Hitler’in yok oluşu değildir.
     Bugün işyerlerimizde çalışırken websense ile sınırlandırılmış olmayanlarımız bilgisayarlarından, diğerleri akıllı telefonlarından, televizyondan, radyodan Kaddafi’nin yakalandığı, vurulduğu, yaralı bedeninin sürüklendiği ve sonunda öldüğü ile ilgili haberleri aldık. Twitter’daki kısaltılmış linklere tıklayarak haber sitelerinden olayla ilgili ayrıntılı bilgi aldık. Muhalif Libyalıların zaferi ilan edildi. Cani diktatör, albay Muammer Kaddafi ‘yok’tu artık.
     Kaddafi’nin yokluğunun, Libya’da mutluluğun varlığı ile sonuçlanacağını düşünmek, işte o da yine saflık, naiflikle açıklanabilir ancak.
      Kaddafi çift kutuplu dünya düzeninde devrilseydi, belki insan durup bir düşünürdü. Ama bizler Afganistan’ın Sovyet Rusya’yı nasıl yenebildiğini biliyoruz. Saddam’ın sevinç çığlıkları atılarak idam edildiği Irak’ın artık esamesi okunmuyor. Bilen biri bizleri de bilgilendirsin; Irak’ta halk artık mutlu ve refah içerisinde mi yaşıyor?
      Kaddafi NATO güçlerinin desteklediği Libyalı muhaliflerce tarih sahnesinden kaldırıldı.
      İnsan merak etmeden edemiyor; ‘Peki Libya bu borcu nasıl ödeyecek?’
      Fotoğraf altı. İkiyüzlülük ve riyakarlığın milyonlarca örneğinden biri.

13 Ekim 2011 Perşembe

Türkiye’liyim, mutsuzum, eylemsizim!!!


Ntvmsnbc’nin haberinden alıntılıyorum: ” Paris merkezli Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin ‘How’s life’ (Hayat nasıl) raporu, 40 ülkede yürütülen araştırmalar sonucunda insanların yaşamlarından memnun olup olmadığını tespit etti. Mutluluk ve refah derecelerini ortaya koyan raporda, Türkiye memnuniyet sıralamasında 32. oldu.”

Buraya kadar şaşırtıcı bir durum yok. Memleket insanının mutsuz olduğunu anlamak için araştırma şirketlerine ihtiyacımız yok zaten. 29 yıldır bu topraklarda yaşıyorum ve ‘yalnız ve güzel’ ülkemin insanlarının her geçen gün artan tahammülsüzlüklerinden haberdarım.
Hatta kendi kendime de sorup duruyordum ’ Üst üste patlayan ekonomik krizler, tek kutuplu dünya düzeni vb. acaba tüm dünya insanlarını aynı derecede mutsuz ve umutsuz kıldı mı?’.
OECD merak ettiğim soruların cevaplarını araştırmış; “İşinizi seviyor musunuz? Sağlığınız nasıl? Çocuklarınıza yeteri kadar vakit ayırabiliyor musunuz? Komşularınıza güveniyor musunuz? Genel olarak hayatınızdan memnun musunuz?” gibi soruların sorulduğu raporun sonuçları:
Katılımcılara hayatlarından memnun olup olmadıkları sorulduğunda Danimarka en olumlu cevabı vererek ilk sırayı aldı. Kanada 2., Norveç 3. olurken Türkiye 32. ve Çin son sırada yer aldı.
Katılımcılara “Bugün nasıl hissediyorsunuz” sorusu sorulduğunda Türkiye en az olumlu cevabı vererek sonuncu oldu. Soruya en olumlu cevabı veren ülke Danimarka oldu. 2. sırada İzlanda ve 3. sırada ise Japonya var.
Politikada aktif olan ülkeler arasında Norveç, Finlandiya ve Danimarka başta geliyor. Bu ülkede yaşayanların yüzde 60’ı bir politikacıyla iletişim kurduğunu, bir imzaya veya protestoya katıldığını belirtti. En az aktif olanlar ise Türkler , Portekizliler ve Ruslar. Türkiye bu sırada sonuncu oldu.
Yeşil çevre olmamasından şikayet edenlerin başında İtalya ve Türkiye geliyor . Türkiye listede 2. sırayı aldı. Finlandiya, Danimarka ve İsveç ise şikayetçi değil.
Ülkeler arasında en fazla çalışan ülke Türkiye olarak belirlendi. Son sırayı ise Hollanda aldı.
İşe gitmek için harcanan süre ortalama 38 dakika olarak belirlendi. Türkiye’de ise bu süre 40 dakika veya daha fazla. Türkiye işe gitmek için en fazla süreyi harcayan 3. ülke oldu. İlk sırada Güney Afrika yer aldı.
İş yeri çalışma ortamından memnun olup olmama konusunda ise; Danimarka, Norveç, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Belçika, Hollanda ve Almanya’da her on kişiden dokuzu işinden hoşnut olduğunu belirtti. Türkiye’de her iki kişiden biri, Yunanistan’daysa her üç kişiden ikisi çalışma ortamından memnun. Türkiye çalışma ortamından en az memnun olan ülke oldu.”
Yukarıda sıralananlara bakıyorum da, eşek gibi çalışmak için vaktimizi yollarda harcayarak, memnun olmadığımız şartlarda, hakkımızı tam olarak alamadığımız işyerlerinde zaman geçiriyoruz. Mutsuzuz, keyifsiziz ve bu konu hakkında hiç bir şey de yapmıyoruz.
Araştırma sonucuna göre dünyadaki en keyfi yerinde ülke sıralamasında en üstlerde yeralan Danimarka’da yaşayanların yüzde 60’ı bir politikacıyla iletişim kurduğunu, bir imzaya veya protestoya katıldığını belirtmiş. Eylemlerinin meyvelerini de topluyorlar demek ki.
Araştırmanın konu başlıkları arasında Türklerin mutsuzluğuna sebebiyet vermeyen 2 madde var; hava ve su kirliliği. Devletimiz o konuda da canımızın burnumuzdan gelebilmesi için çalışmalarını ‘rağmen’ sürdürüyor. ‘Rağmen’ diyorum çünkü bu konuda bir çok karşı çıkış var; gerek HES’lerin kurulacağı bölgelerin yerlileri, gerekse bir takım sivil toplum kuruluşları ya inisiyatifler çalışmalar yürütüyor. Ammavelakin zannediyorum ki 1980 anayasasının üzerine bastığı ‘birlik ve beraberlik’ alerjik reaksiyona sebebiyet veriyor ki; bu konudaki çalışmalardan hangisinin sahiplenileceğine karar veren bir cenah, diğerlerini lav etme çabası içine giriyor. Nitekim Erzurum’un Bağbaşı beldesinde, bu kez ‘Leyla’lara ‘rağmen’ buldozerler çalışmalarına başladı.
Tüm bu anlatılanların arkasında, ben de şimdi kalkıp bir milleti zan altında bırakmak istemiyorum. O nedenle şöyle demeyi tercih ediyorum ; ‘Türkiye’liyiz, mutsuzuz, eylemsiziz’ . Kırk yılın başı bir eylem sergilemek için toplaşan azınlıklar da , amaç kayması yaşıyor.
Nokta!

11 Ekim 2011 Salı

Siz hiç “16” yaşınızla karşılaştınız mı?


Bu sabah uykumdan uyanırken oldukça uzun zamandan beri olduğu gibi; kendime ‘Neden’ diye sorarak yatağımdan kalktım. ‘Bugünü dünden ayıracak olan ne? Bugün, geçmişte kalan dünlerden farklı olarak daha anlamlı bir yarın için ne yapabilir?’. Cevap veremedim ama yine uzun zamandır yaptığımı yapıp yüzümü yıkadım, saçımı taradım, giyindim, sokağa çıktım. Ofisin yolunu tuttum.
Kapısını çalıp içeri girdiğim ofisler, günaydınlaştığım insanlar, pencereden baktığımda gördüğüm manzaralar değişiyordu. Saçımın rengi, vücudumun ağırlığı, tırnaklarımın uzunluğu değişiyordu. Başbakanlar, döviz kurları, Beyoğlu, en çok satanlar, köşe yazarları, televizyonda yayınlananlar, iletişim biçimleri, çıkmaz sokaklar değişiyordu. Manşetlerde tüm çıplaklığıyla ölü kadınlar yayınlanıyor, olmaz denenler oluyordu. Şaşkınlığımın sebebi belki de buydu. Gözlerimde heyecan, içimde can, eylemimde azim yoktu. Dünya ayaklanmış insanı sarsıyor, bir yerden alıp öte yana savuruyor, kimsenin tepkisiz kalmasına izin vermiyordu. Ben oldukça uzun zamandan beri durmuş, bekliyordum.
Beklediğimin Beckett’in 1949’da anlattığı şey olduğundan eminim artık. Eylemsizliğine yenilmiş bir ben vardı ve kim olduğunu bilemediğim bir kişiyi, ne olduğunu tasavvur edemediğim bir şeyi bekliyordum. Gelmiyordu bok yiyen.
Günlerden bir gün aval aval baktığım boşlukta bir hareket gördüm. Tuhaftı. Yok yere kapının önüne konan işçiler, ödenemeyen kredi borçları, sıkıntıdan aldığım kilolar, ayrılan sevgililer, bir takım kendine karşı suikast girişimleri, ağrıyan başım, sıkılan canım, gözyaşlarım ve George Bush beni etkileyememişti.
Uzun zamandan beri durmuş 5,5 yaşımla sohbet ediyordum ben. Koyu sohbetimizi hiç bir gücün, kuvvetin bölmesine izin vermemiştim. Pek tatlı, masum bir velet vardı karşımda. Karşı koyamıyordum yanıma sokulduğunda. Git desem dudakları büzülecek, gözleri yaşaracak diye korkuyordum. Onunla sabahlara kadar oturuyor, gözlerimden uyku akarken sokaklara dökülüyordum. Kimse gün ağarıncaya kadar ne yapıp da yorgun argın yollara düştüğümü anlamıyordu belki ama bıkmışlardı bu hiç bir şey yapmaya hali olmayan insandan. Bir de ben ‘muş gibi’liğin altından başarı ile kalkmıştım. Ufaklık beni kaç yıldır kendine esir aldı bilmiyorum. İşin aslı merak da etmiyorum. Vurgularım o yönde mi bilmiyorum ama pişman da değilim. Ona başkalarının borcu olan ilgiyi, sevgiyi, şefkati gösterdim. Onu aldım, pamuklara sardım. Göğe bakma durağında bir banka oturup, şiirlerden ninniler uydurdum, uyuttum. Saçlarını okşadım. Oyunlar oynadım.
Annelik, ablalık ya da bu durumda ‘benlik’, bilmiyorum adını ne koyarsınız; zor zanaat.
Boşlukta gördüğüm beklenmedik, ilgisiz bir hareket, bir anlık da olsa dikkatimi dağıtınca farkına vardım olanları. Belki yüzüme sayamadıklarınca kez bağırmıştı dostlarım. Ben ancak bu zaman farkına vardım. Shel Silverstein’ın Missing Piece’i gibiydim ben. Çabalıyorum, deniyorum sanıyordum. Hayali küreklere asılmış debeleniyordum.
Falan, filan…
Bugün, uzunca zaman sonra, o beklenmedik hareket vesilesiyle bir süredir farkında olduğum durumumu değiştirmek için attığım bebek adımları ile ilişkili olarak elimi uzattığım bir İngiliz edebiyatı kitabının kapağını açınca genç, hırslı, heyecanlı, 16’sında bir genç kız, alev gibi yanan gözleri ile ‘Şşşt! Naber?’ dedi bana.
Kızın adı Audrey. Gözleri benim gözlerim…